İŞ AHLAKI ÖNCE GELMELİ

 

Söyleşi : Fahri Sarrafoğlu
Konuşmacı misafir. Ahmed Topbaş (Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Başkanı)

 İstanbul’un sırlarından sevgili dinleyiciler, hepinize merhaba. Bugünkü konuğumuz Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Başkanı Ahmed Topbaş Beyefendi .  Kendisi ile İstanbul ve İstanbul’da ticaret ahlakı üzerine konuşacağız.

 

ÇIRAKLIĞINI YAPMADIĞINIZ İŞİN AĞALIĞINI SÜREMEZSİNİZ

 

Muhterem Efendim, ilk ticarete nerede  başlamıştınız? Kendi işiniz mi, birinin yanında mı ?

Efendim ticari hayatımıza babamın, amcamın yanında iplik dokuma fabrikamız vardı, tekstil fabrikamız vardı. Orada başladık. Bizim hep… Hep ustam, babam ve amcam olmuştur. Onların ustalığı yanında biz çırak olarak başladık. Bir laf vardır, çıraklığını yapmadığın işin ağalığını süremezsin diye.

Doğru.

Biz de çıraklıktan başladık, imalatçılıkla başladık, iplik üretiyorduk, kumaş üretiyorduk, elbiseli kumaş. Öyle bir kendi işimizde babamızın, amcamızın ortak olduğunu… Aile şirketinde iş hayatına başlamış olduk.

KENDİ İŞİMİZ DİYE GEVŞEKLİK YOKTU

İş hayatına başladınız ama bu baba oğlu işte kendi şirketimizde değil herhalde değil mi?

Belli bir mesai var sabah gelecek. Aa benim kendi işim diye aksatma yok. Yani haftalığınız var, başlama saati belli, bitme saati belli mi?  Bitme saati belli değil, yok. Babam Allah rahmet eylesin, çok çalışkan, hırslı, azimli. Hem dünyaya hırslıydı. Hırslıydı, hem ahirete hırslı bir insandı. Erenköy’de oturuyorduk o zamanlar. Sabah altı buçukta yola çıkardık. Fabrika Kâğıthane’deydi. Herkeste araba da yoktu. Servis arabasını altı buçuktakine kaçırırsan iki, iki buçuk saatte Kâğıthane’ye varırdın. Onun için servisi kaçırmamak için mutlaka altı buçukta… Sabah altı buçukta kapının önünde olurduk. Öyle kendi işim, kendi şeyim diye bir şey yoktu. Ciddi, kurumsal bir yapımız vardı o günün şartları içerisinde. Saat altı buçukta yola koyulurduk. Dönüşümüz belli değildi. Tabii o zaman köprü falan da yoktu. Üsküdar’da araba vapuruyla geçiyorduk. Dönüşümüz de belli değildi. Bir babamın işin, müşterinin durumuna göre altıda, yedide, sekizde, dokuzda dönüşümüz olurdu. Öyle bir çalışma hayatına başlamış olduk.

Sabah kalktınız baba ya bugün başım ağrıyor, canım istemiyor. Var mı öyle bir naz? Yok değil mi?

Çok komik yani. Mümkün değil. Bugün gitmeyeceğim ya, bugün gitmeyeyim tamam. Ateşlenirsen tamam. Ateşin yoksa gideceksin. İlla işe gidilecek. İlla işe gidilecek.  Peki haftalık alıyor muyduk? Yani paramız var mıydı? Gayet tabii.

Ne kadar?

Bilhassa, babam Allah rahmet eylesin, fakire şahsen hemen hemen hiç harçlık vermemiştir. Harçlık vermemiştir. Bayram haricinde, hayır çalışmaya başladıktan sonra, çalışmaya başladıktan sonra bayramlar hariç hiç bana harçlık vermemiştir. Fabrikanın veznesinden maaş vermiştir. Yüklü büyüktür. Yüklü büyü maaş vermiştir ama biz de zannetmişizdir ki ben kazanıyorum, alım terimle kazanıyorum. O para bizim için çok daha kıymetli, değerli idi.

 

 

‘’BANKAMATİK AİLE OLMAYALIM’’

 

Sene kaçtı ve kaç para acaba?

1960 senesinde. Haftalık. 1960 senesinde ben işe başladım. İyi para veriyordu. Yani o gün belki hak ettiğimin 2-3 mislini veriyordu. Ama… Motivasyon. Müessesenin veznesinden veriyordu. Harçlık olarak baba param bitti, bana para ver yoktu. Çalış al. Çalış al, terle al şeklindeydi.

Güzel.

Yani öyle bir disiplinimiz vardı. Ve bundan da çok istifade ettik. Ben gelecek nesillere de hep onu söylüyorum. Etrafımızda, ailemizde birçok gençler var, çocuklar var. Rastgele para veriyorlar. Çocuk da paranın da kıymetini bilmiyor. Çalışma isteği ve arzusu da olmuyor.

Doğru.

Bankamatik baba gibi. Yani al parayı, git oradan çek.

 

KÜÇÜK YAŞLARDA ‘’BEY’’ TABİRİ VE İSTANBUL NEZAKETİ

 

Evet. Peki hemen aklıma bir şey geldi. Orada çalışıyorsunuz, güzel gidiyorsunuz. Babanız fikrinizi itibar ediyor muydu? Yani bir fabrikada bir şey gördünüz, eksiklik var. Baba artık şöyle yapalım, şu makineyi kullanalım.

İtibar ediyordu. Hatta bize diğer çalışanlar da, amcam da, Musa amcam babamın ortağıydı. Babam da, amcam da, biz 15 yaşındayken bile bize fabrikada Ahmet Bey dedirttirdi. Bu da yani onların bize verdiği şey oldu. Herkes de bize itibar ederdi. Biz de kendimiz de adam yerine koyuluyoruz diye daha çok işe sarılmamıza sebep olurdu.

O dönem genel ticaret piyasası nasıldı?  

İç piyasalara dönüktü. Hiç ihracat düşünmezdik. Aklımızın ucundan da geçmezdi. Zaten o günlerde Türkiye’nin ihracatı herhalde bir iki kuru yemiş. Fındık, inci kuru, incir kuru, üzümden ibaretti zannediyorum. Yani ihracat düşünmezdik. İç pazarı düşünürdük. Çünkü ürettiğimiz mal iç pazarda kabul görür.

Ne kadar nüfus var, o nüfus ne kadar tüketir?

Türkiye’nin içini hesaplardık. Dışarıyla bir şeyimiz yoktu. Hiçbir düşüncemiz yoktu. Dışarıdan ancak ithal ederdik. Mesela Avustralya’dan yapak ithal ederdik. Koyun yünü yani yapak denen şey. Koyun yünü ithal ederdik. Pamuk Türkiye’de çıkardı.

İPLİKÇİLER BOŞNAKLARDI ONLARDAN İŞ ÖĞRENDİK

Bunlar ama bir de döviz tahsis problemi var mıydı?

Tabii tabii lisans alınırdı, tahsis alınırdı. O şekilde ithalat yapılırdı. O günlerde tabii tekstil sanayisi, tekstil imalatı deyince Türklerin çok bilmediği o günlerde öğrendikleri mevzulardı. Mesela Türkiye’de iplikçiler, dokumacılar ya Boşnaklardı. Boşnaklar vardı o zaman. Türkiye’ye hicret etmiş Boşnaklar. Boşnaklardan öğrenirdik. Ustalarımız filan Boşnak veya Musevi asıllı kimseler olurdu. Onlardan iş öğrenmiş olduk. Boşnak deyince hatırıma bir şey geldi.

Tabii buyurun.

1960’lı, 50’li, 60’lı yıllarda bizim fabrikada Türkçe konuşmasını bilmeyen işçilerimiz vardı. Bunlar da Balkanlardan gelmiş. Boşnaklar ve Arnavutlardı. Türkiye’ye gelmişler, iş bulmuşlar, çalışırlardı bizim fabrikada da. Türkçe bilmeyen Boşnak ve Arnavutlar veya Güneydoğulularda az olsa vardı. Zaten o günlerde İstanbul’un bir de şu var. Bizim müessesemizde tedarikçi veya müşterimizin de yarısı gayrimüslimdi. Hem tedarikçilerimizin hem müşterilerimizin. Yani hiç şeysiz yarısı gayrimüslimdi. Yani Ermeni, Rum, Musevi idi. Hem aldıklarımız hem sattıklarımız.

O DÖNEMDE İSTANBUL TÜKÇESİ

Peki hemen oraya geleyim. Madem o parantezi açalım. Gayrimüslim yani ekalliyetti o dönemde. Onlarla ticari ilişkimiz nasıldı?

Gayet güzeldi. Yani Museviler dahi çok ticari ahlaka riayet etmeye çalışırlardı. Çalışırlardı. Bir sıkıntımız yoktu genellikle. Dürüst bir şekilde devam ediyordu. Dürüsttü ama içinde tabii dürüst olmayanlar da olabilir. Ama mesela Perşembe Pazarı. Hırdavat vesaire teknik malzemeyi Perşembe Pazarından temin ederdik. Perşembe Pazarının çoğu belki gayrimüslimdi. 50’li, 60’lı yıllarda. Biliyorsunuz bir de 6-7 Eylül hadiseleri olmuştu. Ondan sonra biraz gayrimüslimler azalma yoluna gitti. Hatta İstanbul’da vatandaş Türkçe konuş diye kampanyalar vardı. Kampanyalar vardı, yazılar vardı. Demek ki belki İstanbul’un yarısı Türkçe konuşmuyordu. O dönemde. O dönemde. Yani şimdi laf lafı açıyor.

Tabii tabii. Sohbet ediyoruz.

Böyle bir hayat vardı. O dönem.

Evet. Bakın sevgili dinleyiciler. İstanbul’un sırlarındayız. Sevgili Ahmet Topbaş abimiz, misafirimiz. İkinci cümlemiz daha geldi. Türkçe konuşma. Yani İstanbul’un güzelliği. İstanbul Türkçesi dedik. O dönemlerde o kadar da önemli diyor ki Türkçe konuş. 

Güven unsuru nasıldı? Şimdikiyle karşılaştırırsak. 2018 ve 1960’lı o dönem yıllarında.

Yani çok fark yoktur belki o güven unsuru noktasında. Çok fark yoktur diye düşünebiliriz yani. Yani o dönemde alışverişlerde piyasaya mal gönderiyorsun. Anadolu’ya, Konya’ya diyelim ki. Orada ne diyeyim Aksaray’a. Tanıyorsunuz, tanımıyorsunuz. Malı bir dürüstlük oldu.

Bir referans verdi mi yeter?

Yok. Yani tabii bizim de dedem Konya’dan 1920’li yıllarda gelmiş. Sultanhamam’da manifaturacılık, kumaşçılık yapmış. 50’li yılla 50’de filan da sanayiye girmişiz. İmalata girmişiz. Onun için bizim bir altyapımız vardı. Yani Anadolu’da.

Tanıyor musunuz?

Anadolu’daki manifaturacıları tanıyorduk, biliyorduk. Bir irtibatımız, bir geçmişi, background’u olan insanlardı. Ve Anadolu’nun da en itibar edilecek tüccarı o zamanlar manifaturacılardı.

Neden?

Yani o zaman en oturmuş köklü manifatura tüccarları vardı. Konya’da, Kayseri’de, Erzurum’da. Aksaray’da, Aksaray’da vesaire de. Yani manifaturacılar daha oturmuş bir yapıya sahipti.

 

NAYLON ÇIKTI MERTLİK BOZULDU

Peki, ticari içerisindesiniz. Bu arada 60-65’li yıllar geliyor. Kendinizi ticarette nasıl yetiştiriyordunuz? Gerek kültür gerek bilgi olarak. Hem ticari bilginizi nasıl artırıyordunuz? Sadece görmeyle, yurt dışına çıkışlar?

Yurt dışına çıkışlar ancak makine ithalatımızla olurdu. Yani şimdiki gibi fuar yok. Şu fuara gezeyim, bu fuara gezeyim, katılayım. Makine, yani yurt dışına Almanya’dan bilhassa, Almanya’dan, Belçika’dan, İtalya’dan, Fransa’dan, yalnız makine almak için giderdik. Tekstil makinelerinin birçoğu Alman makineleridir. Belçika, sonra Fransa, İtalya. Buralara biz mal satmak için değil, makine almak için giderdik. Giderdik. İşte o zamanlar tabii sentetik, sentetik el yafı bu kadar gelişmemişti. Sentetik el yafı yok gibi bir şeydi. İlk defa naylon çıktı. Naylon çıktı, mertlik bozuldu. Sonra polyester çıktı, sonra akrilik çıktı filan. O zamanlar ham madde, tekstilin ham maddesi yün ve pamuktu. Yün biliyorsunuz koyundan, keçiden elde ediliyor. Pamuk da nebati olarak tarlalardır. Tabalarda edişiyordu. Sonra tabii naylon girdi, polyester girdi, akrilik girdi, polipropilen girdi. Sentetikler çoğaldı.

Rekabet de arttı ona göre.

Rekabet de arttı.

 

 

 ‘’HAKKIN’’ SANATINA  HİZMET VE İLİM YAYMA CEMİYETİ DÖNEMİ

Evet, ticari hayattan tekrar İstanbul’a dönüyoruz. Sevgili dinleyiciler, İstanbul’un sırlarında Ahmet Topbaş abimizle sohbetimiz devam ediyor. Diyoruz ki İstanbul, o dönemde ticari hayat var. Peki efendim, ticari hayat içerisinde babalarınız, amcalarınız, büyükleriniz bir şeyle daha ilgileniyorlar. Yani sadece ticaretle değil. Neydi o? Sanatla, İslam sanatlarıyla, Türk İslam sanatı, Ebru Hat sanatı, bunların ustalarını da destekliyorlardı değil mi? O dönem nasıldı bu konuda?

Sanattan daha önemlisi, büyüklerimiz bizim İslami kaygılarla neslimiz nereye gidecek endişesindeydi. Neslimizi nasıl yetiştiririz? Nasıl Müslümanlığımızı istiyoruz? İslamlığımızı devam ettiririz. İslam’ın nasıl yaşanılır halde tutulmasına çalışırız diye sanattan ziyade ona gayret ederlerdi. Bunun için de mesela İlim Yayma Cemiyeti’nin kuruluşunda bulunmuşlar. Büyük amcalarım, dedelerim, dedem, anne dedem İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularındandır. Babam da 20 sene civarında. İlim Yaymanın yönetim kurulunda bulunmuştur. Yani sanattan ziyade, o zaman sanattan ziyade nasıl İslamlığımızı, Müslümanlığımızı muhafaza ederiz peşindelerdi. Bizleri nasıl okuturuz peşindelerdi. İlk İmam Hatip açıldığında derhal İmam Hatip’e yazdırdılardı. Zaten o günkü İlim Yayma da İstanbul’da bir İmam Hatip’i…Nasıl idame ettiririz, yurt hizmeti, aşhane hizmeti, çocukların, talebelerin zaten o zaman nasıl karnını doyururuzun peşindelerdi. Yani o zaman da topu topu 500 tane talebesi vardı. Ben o çarşambada yapılan İmam Hatip’in ilk talebelerindenim, ilk açıldığı sene.

HAT SANATINA VERİLEN BÜYÜK DESTEK

Oraya geleceğiz, bir sorumuz daha var orada.

Tabi sanatla da şöyle bir iletişim. Öyle bir ilgimiz vardı. Allah rahmet eylesin Musa Efendi Hazretleri. Hat sanatına kimse o günlerde itibar etmezdi. Hattat Hamit Bey’e çok destek olurdu Musa Efendi. Yazılar yazdırırdı, ücretini verirdi adamcağız geçimini temin etsin diye. Cehaloğlu’nda merdiven altında bir odası vardı Hattat Hamit Bey’in. Orada şey derdi. Köhne, Külüstür, Kümes gibi bir yerde Hattat Hamit Bey Hattatlık yapardı. Musa amcam ona çok destek oldu, olmaya gayret etti ve bu sayede de Musa amcam bir hat koleksiyonu oluştu.

Çok güzel.

Hat koleksiyonu vardı vefatına kadar da. Hatta ben evlendiğimde o hat koleksiyonunun içinden yine Hattat Hamit Bey’in yazdığı ayet, telkürsüyü bana düğün hediyesi olarak hediye etmiştir. Hala evin salonunda asılıdır. Yani sanatla böyle bir şey. Halam Hattat’tı, halam müşerref halam Hattat’tı. O da hem Hattatlık yapardı hem de ailenin hanımlarına hat dersi verirdi, vermeye çalışırdı. Ben de çok anlamıyorum hattan ama yani ne kadar… Ne kadar şey bilmiyorum.

Şimdi sevgili dinleyiciler bir cümle daha öğrendik. Şimdi ticarette evet ticaret yapıyoruz, para kazanıyoruz ama kazandığımız parayı ne yapıyoruz? Yeni yatırma mı yoksa başka bir yatırma mı? İki şey öğrendik. Bir ilim yayma cemiyeti yani dedi ki gelecek neslin yetiştirilmesi ve dediğimiz gibi İslam sanatlarının desteği. İşte o dönemki Müslüman iş adamları, ticaret erbabı derdi buydu. Yani ne yaparım, katımı alırım, yalı mı alırım diye değil derdi gelecek neslinin. Nesli yetiştirebilmek en önemli olan o. Evet İmam Hatip dedik şimdi oraya da madem hemen yeri gelmişken gelelim ileriki sorularımızda ama… İlk İmam Hatip’te çarşambada bir beraber gezdiğimizde, geçtiğimiz günlerde orası sizi çok duygulandırdı.

Çok değişti tabii.

Çok değişti.

Çok değişmiş.

O dönemde geldiğinizde mesela Üsküdar’dan, Kadıköy buradan Ümraniye’den kalkıp geliyorsunuz değil mi? 

Karşıdan, köprüden, Erenköy’den kalkıp. Erenköy’den çıkıp gelirdik.

Yatılı değil.

Bir müddet yatılı. Yatılı da kaldık ama daha ziyade Kadıköy’e kadar bir otobüsle gelirdik Erenköy’den Kadıköy’e. Kadıköy’den vapurla Karaköy’e. Karaköy’den Eminönü’ne yürürdük. Eminönü’nden de Atikali tramvayına binip… Dört vesayet saydım. Edirnekapı tramvayına binip Atikali’de inip tramvana yürürdük. Dört vesayet. Üç vesayet. Altı vesayetle günlük gidip gelebiliyorsunuz.

Bir ilim yayma cemiyeti dedik.

Babam Allah rahmet eylesin hem dünyaya hem ahirete gayretli bir insandı. Bizim evimiz bir dergah gibiydi. Herkes gelirdi, teşrif ederdi. O dönemin alimleri. Evet, babam yemek hazırlatır. Mesela Sami Efendi Hazretleri’ni ilk defa ben Musa Efendi Hazretleri, Sami Efendi’yi alıp getirmiştim. Babam da bir yemek hazırlatmıştı. Yemek yenmişti. İlk defa orada ben gördüm. Sonra Mehmet Zahit Efendi gelirdi. Yemek yenir, hatmehaca yapılırdı. Bir Şeyh Zeynel Abidin Efendi vardı. O gelirdi. Ayakta hatmehaca yapılırdı. Şişli, şiş batıraraktan.

Siz de katıldınız mı?

Katıldık. Uçucular gelirdi. Nur Risale-i Nur talebeleri sık sık gelirdi. Babam onlara da destek olmağa gayret ederdi. Bilhassa Bekir Berk vardı. Avukat Bekir Berk. Saydın sonra. Babamın arkadaşıydı. Ona destek olmağa gayret ederdi. Sonra Hayrettin Karaman Hoca, Bekir Topaloğlu, Tayyar Aldıgulaş Hoca Efendiler. O zamanlar talebeydi. Onlar da sık sık gelirdi. Hatta Süleyman Efendi talebelerini de babam çağırırdı. Süleyman Efendi talebeleriyle aralarını bulma gayretiyle. O zaman geniş bir yelpaze böyle.

Evet. Ne güzel hepsi bir arada. İşte hoşgörü.

Bizim eve girip çıkmayan kimse yoktu.

Tabii girip çıkıyor ama size de faydalı. Siz de bu arada bilgi alıyorsunuz. Yani üniversite terbiyesi alıyorsunuz.

Biz de tabii hem hizmet ederdik. O zaman böyle. Hem de dinliyorsunuz. O zaman biz bizzat sofra kurardık, sofra toplardık, çay servisi yapardık. Bugünkü gibi böyle vakıflar, dernekler, profesyonel çalışanlar yoktu. Evde bir misafir olduğu zaman annem veya birkaç hanım yemeği hazırlar. Biz sofraya taşırız, servis yaparız, çayını veririz, kahvesini veririz. Evin hizmetini yapardık. Ben veya ailenin gençleri, biraderler falan. Öyle bir devirdi. Onu da zikretmiş oldum.

Evet, evet.

Allah hepsinden razı olsun.Allah rahmet etsin.

 

İLK İMAM HATİPLİ İSTANBUL ÖĞRENCİLERİ VE İSTANBUL TERBİYESİ

Sorumuz yarım kaldı efendim. İstanbul İmam Hatip dedik.

Evet.

İlk sevgili dinleyicilerimizi hatırlatalım. İlk öğrencilerindensiniz. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin. İlk öğrencisi değil. İlk öğrencisi Vefa’daki ahşap binada başladı. 50’de, 51’de falan.

Ben Çarşambadaki’nin. Çarşambanın açıldığı sene. Yani 1957’de girdim. Yani o binanın ilk öğrencisi. İlk öğrencisi.

Evet.

Bugünkü çarşambadaki bina ilk öğrencisi.

Dediğimiz gibi biz Ahmet Bey’le daha önce gitmiş, ziyaret etmiştik orayı. O dönemde eğitim nasıldı peki? Istanbul İmam Hatip’in eğitimi.

Mesela bir şey daha söyleyeyim.

Buyurun.

O İmam Hatip’in karşısında Rum Lisesi vardı. Bugünkü hala duruyor, devam ediyor. Rum Lisesi, kırmızı bina. Kiremitli kilise diye derler ama yanlış bilinir. Kırmızı bina, kubbeli bina. Orası Rum Lisesi’ydi. Bin tane talebesi vardı.

Bin tane?

Bin tane da yani biraz önce dedim ya. İstanbul’un yarısı Türkçe konuşurdu. Yarısı yabancı dil konuşurdu. Bin tane talebesi vardı. Biz İmam Hatip’ten aynı saatte dağılırdık. Ve Fenere yürürdük bazen fenere. Fenerden vapura binip İmam Hatip’e. Giderdik o Rum çocuklarla beraber. Herhalde şimdi 20 talebeye düşmüş diye.

Anca, evet.

20, 20 talebe.

Çok az.

Öyle de bir de hatıramız vardı. Yani zaten Fener Balat’ta da çok Rumlar otururdu.

Onlar da Türkçe konuşmazdı. Kendi dillerini konuşurdu. Yani vatandaş Türkçe konuş diye afişler asılır, sloganlar atılır idi. O dönem.

Peki o dönemin çarşamba saatleri. Nasıl hatırlıyor musunuz? Şimdi yeri geldi. Mesela İsmail Ağa yok camisi var ama İsmail Ağa cemaati yok o zaman. Oradan yürüp aşağı doğru geliyorsunuz. Mesela. O cadde nasıldı?

Şöyleydi. Aynıydı hemen hemen. Biraz daha tenha idi. Şöyle de bir şeyim var orada. Oradan İsmail Ağa camisi. Yani Yavuz Selim’den çıkıyorsunuz. İsmail Ağa’ya geldiniz. Aşağı çarşamba ve şeye geleceksin. Hatta orada Fethiye Camii var biliyorsunuz. Onun karşısında okulunuz.

Evet, evet.

Fethiye Camiisi orada. Biraz önce dediniz ya ticari hayat neydi ne değildi. Ona da bir değinelim. O günkü ticaret hayatında, sanayide, imalatta bugünkü gibi böyle fazla karlar yoktu. Çalışırsın, çabalarsın. Sonunda bir üç beş kuruş kar çıkar yine Allah bereket versin. Ama bugünkü gibi öyle yani bugünlerde mesela kimsenin yapmadığı bir imalatı yapıverirseniz büyük paralar kazanmak mümkün. Mesela adam bir şey buluyor, çıkıyor. Tabii Türkiye’dekiler bu kadar büyük olmaz ama bunun daha değişik bir kumaş yaparsın. Değişik bir sentetik el laf yakalamışsındır. Karlar çok cüz’i idi. Çok cüz’i idi o zamanlar. Mesela ben zengin çocuğu idim. Yani babam orta halde değildi. Yani biraz orta halinin üstünde İnsandı. Bana İmam Hatip’e giderken bir haftalık karşılık verirdi. İsmail Ağa Camii’nin karşısında da bir dönerci açılmıştı o sene. Dönerci açılmıştı. Ben o bana verilen haftalıkla her gün dönerli pilav yeme imkanına sahip değildim. Okulda İmam Hatip’te ilim yaymanın yemeğini yerdik haftanın beş günü. Bir gün filan dönerli. Dönerli pilav yersek çok şey olurdu.

ÖLÇÜLÜLÜK VE  HESAPLI OLMA 

Lüks bir şey değil mi?

Lüks olurdu. Yani hesap edin çarşambada. Tam bugünkü İsmail Ağa Camii’nin karşısında bir lokanta açıldıydı. İlk defa döneri ben orada gördüydüm. 57-58’de falan. Yani şunu demek istiyorum. Yani o günkü karlar herkes hesabını bilmek mecburiyetinde.

Yani o zaman şöyle mi diyelim sorularımıza. Sorularımız arasında var ama geldi şimdi tam yeri. Herkes kazancına göre mi harcardı?

Harcardı. Ayağını yoranına göre uzatırdı. Evet şimdiki ben çocuklara bakıyorum, torunlara bakıyorum. Gelsin hamburgerler gitsin pizzalar. Evlere şey taşınıyor. Evdeki yemeği de beğenmiyorlar. Canı ne isterse onu sipariş ediyor, getiriyor, yiyor. Yani o günlerde böyle bir şey yoktu.

Peki o zaman o günlerde hiç israf kelimesi. Aklınıza geliyor muydu? İsraf var mıydı?

Yoktu. İsraf diye bir şey yoktu. Yoktu. Hatta bak şunu da söyleyeyim size. Talebe, tramvayda talebe bileti ikinci mevki 3 kuruştu. Ben ikinci mevkiye binerdim. Eminönü’nden Edirnekapı’ya tramvayına bindiğimde. Talebe ikinci mevki 3 kuruştu. Biletçi 5 kuruşu alır. 2 kuruş bozuk yok diye üstünü vermezdi. Biz de gidip abone bilet alırdık ki o 2 kuruşu kaptırmayalım diye. Yani böyle bir hesabın içindeydik. Tabii biz bu hesap yapmayı babamızdan, amcamızdan da biraz öğrendik. Onlar da öğretti. Yani babam bana bir para çıkarsa veya amcamı verse, git bakkaldan bir yoğurt alsın dese, yoğurt diyelim 2 lira 70 kuruş tuttu. 30 kuruşu geri iade ederdik. Böyle bir disiplin.

Onlar da sorardı üstü nerede ya da sormadan da veriyordunuz zaten.

Evet.Bu anlamda.Böyle bir israf da yoktu, savurganlık da yoktu.Rastgele harcama da yoktu.

O DENEMDE KISACA İŞ DÜNYASI ÇEVRESİ  

Doğru. Evet sevgili dinleyiciler İstanbul’un sırlarında Ahmet Topbaş Bey’le olan sohbetimiz devam ediyor efendim. Vaktimiz daraldı. Bir sorumuz daha var soracağız efendim o dönemle ilgili. Fatih’i konuştuk. İlim dönemini konuştuk. Diyoruz ki efendim ticaret dönemine geldik.  Babanızın dışında diğer iş alemi, ticaret erbabı neyle uğraşıyordu genelde? İstanbul esnafı. Onların diğer gamlığı nasıldı? Yani okul yapanlar mı ya da başka bir şekilde yapanlar mı? İşte dernek kuranlar mı, vakıf kuranlar mı?

O zaman Hüdayi Vakfı yoktu. Sadece ilim yayma cemiyeti vardı.

Peki diğer iş, dünyası neyle uğraşıyordu, iştigal ediyordu o dönem? Daha çok yurt dışı seyahatler mi, ne bileyim balolar mı, işte sergiler mi?

Yani olabilir tabii. Biz onlardan, onların aleminden haberimiz yok. Yani sosyetik tabaka.

 Oraya geldik, güzel bir cümle. Evet, sosyete var mıydı o zaman?

Vardır tabii, vardır. Zaten sosyete dediğimiz kesimin de temeli Anadolu’dan gelme insanlardır. Ya Kayseri’den ya Konya’dan, ya Kastamonu’dan. İstanbul’a gelip 3-5 kuruş sahibi oldu mu, sosyete oluyor.

Eyvah, aslını unutuyor.

Aslını unutuyor. Yani sosyete dediğinde öyle şey değil. O zaman 7 yıldızlı oteller yok, 5 yıl oteller yok dediğimiz gibi, evet.

Peki şimdi efendim günümüzde TÜSİAD -MÜSİAD var. O dönemde iş dünyasının böyle birlikteliği var mıydı? Yani babalarınız, amcalarınız iş dünyasıyla bir araya geliyor muydu?

Gelmiyordu. Bizimkiler çok tip organizasyonlara gelmiyordu. Zaten o günlerde bir İstanbul Ticaret Odası vardı, bir de İstanbul Sanayi Odası vardı. Onlarda doğru dürüst bir işlevi yoktu. Hatta şunu söyleyeyim. Mesela Teknik Üniversite var değil mi? Teknik Üniversite senelerce bir gün gelip de ya siz sanayicilik yapıyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz, size yardımcı olalım diyen de olmadı. Teşvik edelim diyen de olmadı. Yani biz sanayiciyiz, Teknik Üniversite, mühendisi var, teknik araştırmalar var öyle bir kopukluk var.

Yani Üniversite-Sanayi İşbirliği olmadı.

Yani hemen hemen yoktu. Sonra sonra işte özel zamanında biraz başladı. Sonra şimdi son on senedir, on iki senedir bu iş daha gelişti. ARGE’lere teşvik verir oldular. Evvelce hiç kim kime tım tıma. Kimse umursamazdı yani.

Evet. Herkes kendi yolundaydı.

Bu tip kuruluşlarda çiftlik oluyordu. Yani aidatları toplayalım, yiyelim, içelim. İş yapmayız. Yani çiftlik denebileceğimiz yerlerdi.

Evet. Sevgili dinleyiciler İstanbul’un sırlarında bugün birinci bölümde Ahmet Topbaşı abimizi misafir ettik efendim. İstanbul’da konuştuk. Tabii sohbetimiz devam edecek. İnşallah İstanbul’un sırlarında Erkam Radyomuz’da bizden ayrılmayın. Haftaya kaldığımız yerden sohbetimize devam edeceğiz inşallah. Evet. Sevgili Ahmet abimizle sohbetimiz sürecek. Sizleri bekliyoruz efendim. Haftaya tekrar bizlerleyiz inşallah. Allah’a emanet olunuz.
 SÖYLEŞİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜ 

‘’ DERYA DENİZ  İSTANBUL’’
İstanbul’un sırlarından hepinize merhaba değerli dinleyiciler.
Efendim, geçtiğimiz hafta misafirimiz vardı. İstanbul, Aziz Muhammed Hüdayi  Vakfı Başkanı Ahmet Topbaş abimiz misafirimizdi. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz sohbetimize. Nedir? İstanbul’u konuşuyoruz efendim. O yıllardaki 1950-1960’daki İstanbul’umuz. Ve soruyoruz Ahmet abimize :
Sizce efendim, gençlerimize şimdi, 2018 yılındayız, İstanbul’umuzu gezin gezin diyoruz. Siz o yıllarda, hem öğrenciniz yıllar, hem de İmam Hatip’e gidiyordunuz. İstanbul’u nasıl geziyordunuz? Ya da İstanbul’u neyini merak ediyordunuz?
Tabii biz deryadaki balıklar gibi, deryadan haberimiz de yoktu desek yanlış olmaz yani. İstanbul’un içinde büyüdük. Erenköy’de doğduk, İstanbul’da büyüdük. Hala da İstanbul’da yaşıyoruz. Ama doğru dürüstte İstanbul’dan haberimiz olduğu da söylenemez. Yani tabii İstanbul, dünyanın incisi, en büyük, en mükemmel şehirlerinden birisi. Cenab-ı Hak buraya her türlü güzelliği vermiş. Elhamdülillah.
Ama Musa Efendimiz ya da babanız, işte hadi gezin şurayı görün, bir Topkapı Sarayı, bir Dolmabahçe ya da Fatih Camii mesela.
Babam tabii biraz tabir belki şey ama işkolik bir insan idi. Musa Amcam daha böyle zevki selim sahibi idi. Musa Amcam sık sık Boğaz’ı dolaşır, dolaştırır. Camilere, medreselere, saraylara götürür, dolaştırır. Biz de çocuktuk o zaman, çok da anlamazdık yani niye dolaşıyoruz gibi. Gelirdik. Bize. Meğerse…Aslında bir mesaj atıyormuş. İşin inceliği başkaymış. Onun farkına varmazdık doğrusu yani açık konuşmak gerekirse. Yani İstanbul’un  kıymetini bildik sayılamaz yani. Derya içindeki balıklar gibi sudan haberimiz yok.
O zaman mesela tatil gününüzde bir pazar günü ya da işte Cuma’dan sonra okul kapanınca nereye giderdiniz mesela İstanbul’u gezme derken? Bir Beyoğlu’na  çıkar mıydınız?
Ya da bir Kadıköy Moda hani şimdiler meşhur ya. Beyoğlu’na bayram arifesinde çıkılırdı yalnız. Tabii o zamanlar İstanbul’da böyle AVM, çarşı değildi. Yani varlıklı kesim Beyoğlu’ndan alışveriş eder. Varlıksız kesim de Mahmut Paşa’dan alışveriş ederdi. Bayram arifelerinde belki Beyoğlu’na çıkılırdı.
Peki dedikleri gibi mi Ahmet abi? Yani Beyoğlu’na çıkarken böyle takım elbise mi çıkıyordunuz?
Yok yok o kadar da şeydi. Yani her zaman zaten kıyafetimiz düzgündü. Yani o kadar da. Salla pati değil. Esasında Beyoğlu’nda tamam şey ama  burada da her türlü insan vardı. Bozma ve tip bir yer. Evet öyle çok elitlerin dolaştığı bir yerde denemez yani her tip insanın dolaştığı bir yerdi  burası. Ama çarşısı pazarı üst kesime hitap eden bir şeydi. Marka filan da yoktu o zaman öyle marka şu marka bu marka yani Türkiye’de de yoktu zaten. Dışarıdan gelme imkanı da yoktu.  Beyoğlu’nda , İstikilal Caddesi’ni gezdiniz ,Ağa Camii var biliyorsunuz orada. Peki sizin için lüks orada ya Beyoğlu’nda çıktım bir Hacı Abdullah’a uğrayayım meşhur lokanta.
Tabii Hacı Abdullah’a birkaç defa gitmişizdir meşhur lokantaydı o dönemde. Yani sizin için bir ayrıcalık…
 İSTAKLAL CADDESİ VE HERKES İLE İSTANBUL
Ayrıcalık işte İstanbul.
Tabii  yani o çarşıya çıktığımızda Abdullah Efendi lokantasında yemek yenir vakit namazı Ağa Camii’nde kılınır idi. Bir de tabii biraz önce de dedim ya hani İstanbul’da çok gayrimüslim vardı. Mesela benim göz doktorum vardı Teodoris isminde Rum. İstiklal Caddesi. Ben çocukken yüksek miyop vardı bende. Benim doktorum o Teodoris’ti Rum bir adamdı. Beyoğlu’nda ona muayene giderdik şimdi hatırıma geldi. Tabii gayrimüslimler her mahallede vardı. Mesela Erenköy’de bir tesisatçı ustası vardı, Alber usta. Rum veya Ermeni olsa gerek bilemiyorum şimdi ama Erenköy’de su tesisatı bozulsa o Alber’i çağırırdı. Filan yani bunun gibi mesela bizim fabrikada Musevi iplik ustası vardı. Ondan iş öğrenirdik. Yani her yerde böyle mesela anneannem Beyazıt’ta otururdu. Anneannemin terzisi vardı bir kadın terzisi Eftik diye. O da ya Rumdu ya Ermeniydi bilmiyorum kadın gelir akşama kadar anneanneme dikiş diker evde. Yani böyle. Gayrimüslimler de iç içe hatta bize Paskalya getirirdi.
O günlerde evet.
Paskalya çörek vardır.
Çörekleri var evet.
Paskalya bayramında. Yani düğünler bayramlar da ortak böyle karşılıklı görüş gidip gelip birbirimizde bir ortak kültür var İstanbul’da. Öyle bir şey vardı yani.
Bizler de tabii aşure günümüze dağıtıyoruz herhalde bayramlarda gidiyoruz onlara.
Tabii tabii bayramlarda.
Tabii o zaman İstanbul çok küçük. 18 milyon değildi. Çok küçüktü yani.
Bilmiyorum o günkü nüfusu ama yani bugün birçok yer o gün tarlaydı. Mesela Fikirtepe diyoruz. Fikirtepe bu da tarlasıydı. Bizim şurada Ünalan Mahallesi diye bir şey yoktu tarlaydı. Örnek Mahallesi tarlaydı. Ataşehir’de hiçbir şey yoktu. Çöplüktü.
Anadolu yakasının çöplüğü Ataşehir’de.  Sahra Cadet’ten yukarıya çıkma korkardı.
Şu an Ataşehir denen yere avcılar giderdi ancak.
Erenköy’den avlanma herkesin gidip gelebileceği bir yer değildi. Yani İstanbul çok küçüktü. O dönemde.
Peki İstiklal Caddesi’nde sizin için en dikkat çeken işte Ağa Cami, İstiklal, Hacı  Abdullah başka ilginç olan geziler.
Galatasaray Lisesi vardı.
Oraya giderdiniz.
Tünele doğru. Tünele binip Karaköy’e inip oradan da vapura binilirdi. Oraya geçip karşıya geçip.Tünele yakın bir misyonerlerin bir kitap evi vardı. Hala duruyorlar senelerdir.
Rus konsolosluğu da var orada.
Evet meşhur.
Narmanlı Han var meşhur. İngiliz konsolosluğu var. Fransız konsolosluğu var yukarıda. Suriye Hanı vardı. Benim terzim vardı orada. Alepli Han. HOcapulo pasajı var. Hala duruyor oralarda. Ama tabi ekip değişti. Oralar şimdi yüzleri değişti.
İSTANBUL ‘U SEVDİRMEK İÇİN ÖNCELİKLE ‘’TANIMAK’’  
Efendim İstanbul’da o dönemde dediniz ya işte birkaç yere gezdiniz “,O kadar şimdiki gibi bilmiyordum. İmkan olsa şu anda imkan olsa”. 2018 yılındayız.
Nereleri gezmeyi tavsiye edersiniz gençlere? Böyle beraber ben de gezeyim. Şuraları anlatayım.
Çok güzel merak ettiğim yerler.
İstanbul’un neresi var?
  • Başta Eyüp Sultan var.
  • Sonra Topkapı. Topkapı Sarayı.
  • Süleymaniye Camii.
  • Sultanahmet Camii.
Topkapı Sarayı’nı gezdiniz mi? Şöyle doya doya gezdiniz mi.
Gezdim. Onu da yani çocukken değil de daha sonra gezdim. Dolmabahçe’yi gezdik. Yıldız’ı gezdik. Hepsi gezilebilecek yerler.
Şimdi hazır yeri gelmişken dediğimiz gibi Hüdayi Vakfı’ndayız. Bizim çok öğrencilerimiz var. Yurt dışından gelen. Bu öğrencilerimize İstanbul’u gezme noktasında neler tavsiye edebiliriz Ahmet ağabey? İstanbul’u tanısınlar, gezsinler. Ki biraz sonra başka bir sorum daha olacak. Yurt dışı ile ilgili.
Öğrenci geldi İstanbul’a. Beş yıl okuyor. Dört yıl okuyor. Ama İstanbul’u gezmeden,
görmeden gidiyor. Hatta bir hatıramı anlatayım. Hemen yere geldi sevgili dinleyiciler.
Bu olmuş bir olaydır. Bunu her gittiğim yerde defalarca anlatıyorum. Efendim Çapa’da mezun olan öğrencimiz. Altı yıl okuyor. Mezun oluyor ve TUS’u da kazanıyor. İki arkadaş. Diyor ki kazandık. Hadi diyor İstanbul’u gezelim. Topkapı Sarayı’na gidelim diyorlar. Pazar Tekke’den biniyorlar tramvaya. Ve nerede iniyorlar?
Efendim Cevizli Bağı’da iniyorlar. Diyorlar ki Topkapı Sarayı’na geldik biz. Düşünün sevgili dinleyiciler. Evet bu olay 2015 yılında oluyor. Beş, altı yıl okuyor.Topkapı Sarayı’nı Cevizli Bağı’da arayan öğrencilerimiz var.
Bizler ne yapalım bu konuda? İstanbul’da buyduğunuz efendim. İstanbul’u tanıyorsunuz. Nasıl sevdirelim bu gençlerimizi?
Tanımak lazım. Tanımak lazım derken de sen çok mu tanıyordun diye sorsan. Ama şimdi telafi ediyoruz oraları. Yani biz de senelerce işte evvelce Erenköy’de oturuyorduk. Şimdi Camluca’da oturuyoruz. Evden işe, işten eve.Gözümüz bir şeyi görmüyor gibiydi. Sonra sonra biz de şey etti. Mesela biz de İstanbul’u, İstanbul’u İstanbul’a gezmeye gelenlerden öğrendik desek yanlış olmaz. Mesela Anadolu’dan Konya’dan, İzmir’den, Kayseri’den birisi geldim diyor. Üç gün İstanbul’u gezedim. Şuraya gittim, buraya gittim.
Yani yabancılar daha çok gezme imkanı.
 İLİME HER DAİM DESTEK
Şimdi hazır yurt dışı dediniz. Yurt dışına çıktığınızda bir şey var mı?
Doğru. Demin Musa amcanızdan, yani Musa Efendimiz’den, merhum Musa Topbaş Efendimiz’den bahsettiniz, işte babanızdan bahsettiniz. Bir şey atladık. Orada hizmetler yaptılar
tabii.
Osmanlı ailesine dönük tabii çalışmalar oldu. Osmanlı ecdadımıza dönük ne gibi çalışmalar oldu Topbaş ailesinin ve sizin büyüklerinizin? 
Yani tabii yer yer Fransa’da falan yaşayan şeylere ufak tefek destekler hep ilişki devam etti. Olmuştur. Bilhassa tabii o senelerde Eser’de okuyan talebelere destek Mısır el Ezher’de. Yani Türkiye’de dini tesisat yoktu. Tedrisat olmayınca Ezher’deki talebelere yardım, desteklenmek istendi. Sonra Bosna,Afganistan savaşları çıktı.
Onlara da. Ah evet.
Ben ona yetiştim. Amcam Allah razı olsun. Toparlayıp bir şeyler yollamıştı.
Musa Efendimiz merhum. Hatırlarım evet. Özellikle kültür noktasında kendisi. Hem kendisi yetiştirir hem yetiştirirdi.
Efendim şimdi yurt dışından vakfımıza öğrenciler geliyor. Ülkemizde İstanbul’umuzda özellikle misafir oluyorlar ve bunu Hüdayi Vakfı misafir ediyor. Bu konuda İstanbul’la ilgili tanıtımlar da var. Gezdiriliyor zaman zaman. İlgili birimlerimiz. Yabancı öğrencilerle de siz zaman zaman bir araya geliyorsunuz. Bu yabancı öğrencilerde gördüğünüz özellikle nedir o heyecan nedir? Neden İstanbul? Neden Türkiye?
Tabii biz zaman zaman arkadaşlarımızla bunu istişare ediyoruz vakıfta. Esasında bunları memleketlerinde, ülkelerinde eğitiyoruz ama bunları mutlaka İstanbul’u görmeleri, İstanbul kültürünü, İstanbul medeniyetini almalarını arzu ediyoruz. Çok
değişiyor. Çok değişiyor halleri. Yani her şey kitaptan okunarak olmuyor. Doğru. Hal ile hal transferiyle birçok şey olabiliyor. Onun için buraya gelip görmeleri lazım. Ama maalesef bizde eskisi gibi örnek olamıyoruz. Kanaatı da var bende.
MUSA EFENDİMİZDEN ‘’ZEVK-İ SELİM İLE İSTANBUL’U GEZMEK’’
Sevgili dinleyiciler, İstanbul’un Sırları programının yavaş yavaş sonuna geldik.
Ve bir sorumuz kaldı.
İstanbul’un Sırları’nda Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Başkanı Ahmet Topbaş, abimiz, misafirimizdi. Şimdi diyoruz ki İstanbul’la ilgili Musa Efendim’izinsözleri. Acaba nelerdir İstanbul’la ilgili? Bendeniz 1990’da geldim de İstanbul’a. İlk defa profesyonel olarak yerleşmeye başladım İstanbul’a. Musa Efendimiz İstanbul’u gezmemizi bana ve o zamanki dört arkadaşımı tavsiye etmiş. Hatta Ahmet Ağabey unutmam 20 TL para vermişti bize. Bana. O dönemki 90’la. Bunu gezin, harcayın. Şimdiki herhalde 200 TL. Ama iyi yere gidin, dedi. Bu Hisar Teksitil’in olduğu yerde. İMÇ bloklarında. Gel, ertesi gün bilgi ver.
Nereye gittiniz? Nereye gezdiniz?
 Efendim ben hiç unutmam Balta Köşkü’ne gittim. Orada Ali Nazik yedik. Hah, dedi.
Ne dedi? Sonra devam etti Muharrem Musa Efendimiz. Önce dedi güzelliği görün ki ondan sonra tasavvuf anlarsınız. Ondan sonra tasavvufa girin. İşte İstanbul bizde böyle başladı Bismillah. Musa Efendimiz’in o güzel tavsiyesiyle. Size dönük İstanbul’la ilgili, İstanbul’u gezmeyle ilgili, nezaketle ilgili, nezafetle ilgili efendim. Özellikle hani Zevk-i Selim dediniz ya az önce. Çok önemli. Bununla ilgili Musa Efendimiz’den hatıralar varsa alabiliriz, tavsiyeler varsa alabiliriz son olarak. 
Musa Efendi Hazretleri’nin küçük oğlu Ebu Bekir vardır. Osman Efendi’nin kardeşi. Ondan biz akranız. Evlerimizde yakındı. Beraber büyüdük. Musa amcamın ailesi de benim teyzemdir. Yani bacanaktır babamla. İki kardeş bacanaktır. Ebu Bekir, Musa Efendi Hazretleri’nin ailesi de benim teyzemdi. Çok beraber büyüdük evlerinde. Babam çok meşgul insandı. Yani ticaretle, sanayiyle. Musa Efendi Hazretleri her şeyi yerli yerince kullanabilen insandı. Kendine vakit ayırır. Ailesine vakit ayırır. Kendine vakit ayırır. Çocuklarına vakit ayırırdı. Bizim ailede ilk otombili alan da Musa Efendi Hazretleri’dir.
Onu bilmiyordum. 
Kimsede otombil yoktu. 50’li yılların başında. Bir Peugeot araba almıştı. Kaplumbağa gibi böyle. Onunla bizi dolaştırırdı. Ebu Bekir’e ne alırsa bana da alırdı. Ona bir bisiklet alırdı. Bana alırdı. Götürürdü. Bize yüzmeyi öğretmiştir. Yüzmeyi öğretmiştir.
Denizde mi?
Denizde. Ondan sonra. O zaman havuz falan yoktu.
Ama yine İstanbul’u geziyorsunuz.
Evet İstanbul’da öğreniyoruz. Çok birlikteliğimiz oldu. Sonra da Allah razı olsun peşimi bırakmadı. Peşimi bırakmadı. Son noktaya kadar. Allah razı olsun. Yani üzerimizde ne güzellik varsa ondandır. Ne kötülük varsa bendendir. Nefsimdendir. Ne güzellik varsa da onun eseridir. Onun emeği bizde, bende bilhassa çoktur. Allah ondan razı olsun.
Allah razı olsun. Evet, sevgili dinleyiciler, İstanbul’un Sırları programının sonuna geldik. Efendim iki haftadır konuğumuz İstanbul Aziz Muhammudayi Vakfı Başkanı Ahmet Hamdi Topbaş abimizdi. Sağ olsun efendim. Kendisine çok teşekkür ederiz efendim. Son olarak sevgili dinleyicilerimize mesajınızı verir Ahmet abi programı kapatmadan önce. Buyurun son söz sizde. Allah razı olsun. Teşekkür ederiz. Böyle bir programa vesile oldunuz.
Rabbim istikamet üzere yaşamayı nasip etsin. Allah sonumuzu da hayır etsin. Teşekkür ederiz. Allah sizlere de sıhhat, afiyet versin. Dinleyicilerimize de hayırlı günler dileriz. Allah razı olsun.
Evet. Esen kalın efendim. Tekrar görüşmek üzere. Allah’a emanet olunuz.