Ziyaretgahlar – Yüzakı Dergisi’ne Verdiğimiz Röportaj

ZİYARETGÂHLAR

Fahri SARRAFOĞLU Kimdir?

1966 yılında Aksaray’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Aksaray’da tamamladı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Aynı yıl, yabancı dil tahsili için İngiltere’ye gitti. Bir yıl Londra’da kaldı.

1990 yılında İhlâs Holding’de Turkey İngilizce Ekonomi Gazetesi’nde Halkla İlişkiler Müdürü olarak göreve başladı. Bilâhare Agro-Teknik Dergisi Reklâm Müdürü olarak görevini sürdürdü.

Baba mesleği kuyumculuğa olan vefa borcunu ödemek için İstanbul Kuyumcular Odası ile birlikte 1991 yılında Gold News kuyumcu dergisini çıkardı. 1993-1996 yılları arasında İHA’da Ekonomi Müdürü olarak çalıştı. TGRT FM, Marmara FM ve Günışığı FM radyolarında haftalık programlar yaptı. Bir süre MÜSİAD Basın ve Halkla İlişkiler Koordinatörlüğü görevini yürüttü.

Evli ve üç çocuk babası olan Sarrafoğlu, hâlen Yeni Şafak Gazetesi ekonomi muhabirliği yapmaktadır. Bu arada «Düşün Konuş Dinle» (D.K.D.) adı altında kişisel gelişim seminerleri veriyor… 1993’ten beri de İstanbul gezilerinde rehberlik yapıyor.

Eserleri:

Türkiye ve Dünyada Altın, 2000’e Doğru Türkiye, Politikasız Ekonomi, Medine Pazarı, Cuma Konukları, Ekonomi Meclisi.

Yüzakı: Bu ay Yüzakı Dergisi olarak tatil ve seyahat kültürünü masaya yatırmaya karar vermiş bulunuyoruz. Bugün oluşturulmuş olan bu kültürün öz kültürümüze ters birçok unsur barındırdığını ve devamlı ziyaret edilmesi gereken birçok mekânı ve eseri unutulmaya terk ettiğini görmekteyiz. Bu sebeple Kültür-Sanat bölümümüzde ilgiyi millî kültürümüz açısından ziyaret edilmesi gereken bu mekânlara ve eserlere çekmeye çalıştık.

Ziyaret kavramının açılımıyla mülâkatımıza başlayacak olursak, bu mefhum ne gibi mekânları ve unsurları içine almaktadır?

Fahri SARRAFOĞLU: Ziyaret mefhumunu iki ana başlıkta toplamak mümkün. Dinî, mânevî ziyaretler ve kültürel ziyaretler. Dinî ziyaretler bugün birtakım hurafelerle karışık olsa da toplumda devam eden bir hâdise. Bunları hurafesinden ayıklayıp şuurlu ve istifadeli bir faaliyet hâline getirebilmek için, hâdisenin kültürel boyutunu da hesaba katmak gerekiyor. Ama bugün gerçekleştirilen, mânevî hislerden uzak kültürel ziyaretler de turistik birer gezi olmanın ötesine pek geçemiyor.

Hurafelerin ortaya çıkış sebepleri bazen çok ilginç olabiliyor. Meselâ; Şehzadebaşı Camii tadilât sebebiyle uzun dönem kapalıydı. Kapalı iken solda, şu anki belediye binasına bakan tarafta, demir bir kapı bulunuyordu. Halk; Cuma günleri gelir, orada bekleşir ve dua yapardı. Daha sonra cami ibadete açılınca ziyaret hâdisesi de iç kısma taşındı. İçeride bir çınar var. Şimdi o çınarın etrafında bir hurafe oluşturulmuş durumda… Halk çınarın üstüne beşik resmi, anahtar resmi gibi şeyler çiziyor… Belki maksat güzel, niyet hayır, ama amel hayır değil… Peki, bunun başlangıcı nedir? Hâdisenin başlangıcı şöyle:

Caminin minarelerinin olduğu tarafta önceden Helvacı Dede nâmında bir zâtın türbesi vardı.  Halk burayı çok fazla ziyaret etiği için Millî Şef döneminde bu türbe bir gecede ortadan kaldırıldı ve naaş Edirnekapı’da bilinmeyen bir yere defnedildi. Fakat halk bunu protesto maksadıyla oraya gitmeye ve makamı ziyaret etmeye devam etti. Ama nesil değişince oraya bu hâdiseyi protesto için gidildiği unutuldu ve neticede bir hurafe ortaya çıkmış oldu. Bu türlü hurafelerden uzak durmamız ve gençleri de uzak tutmamız gerekiyor. Şuurlu bir şekilde ziyaretler düzenlemeli ve: “İşin dinî boyutu bu, kültürel boyutu bu, ama hurafeden uzak durun…” şeklinde doğru olanı göstermeliyiz.

Yüzakı: Bir de hurafelerden ayrı olarak, ruhsuz turistik gezilerden bahsettiniz… Bir mekân ziyaretini turistik bir gezi olmaktan çıkarıp daha şuurlu ve hattâ daha feyizli bir faaliyet hâline getirmek nasıl mümkündür?

Fahri SARRAFOĞLU: Ben arkadaşları veya ekipleri gezdirirken istenilen istifadenin sağlanabilmesi için iki şeyin gerekli olduğunu söylüyorum:

Birincisi, niyet etmek… Ziyaret edilen mekânların hangi niyetle ziyaret edildiği bu yerlerden alınan istifadenin yönünü ve seviyesini belirler… Bu sebepten hâlis ve faydalı bir niyette bulunmak gerekmektedir. Yoksa elimize, taş bina görmekten ve kuru kuruya yorulmaktan başka bir şey geçmez. Ziyaretlerimizi bir mes’ûliyet şuuru ve geçmişlerimize vefa duygusu içersinde gerçekleştirmeliyiz. Hattâ: «Yâ Rabbi, bu geziyi bizim için hayırlı bir ibadet eyle…» diye dua etmeliyiz.

İkincisi ise ibret almak… Çünkü yeryüzünde gezip iyiden örnek, kötüden de gerekli ibretleri almamız Kur’ân-ı Kerîm’de emredilmiştir:

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın..” (Ankebût Sûresi, 20)

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin âkıbetleri nice oldu, görün.” (Rûm Sûresi, 42)

Niyetimizi bu ilâhî emirlere uymak yönünde tayin ettiğimiz ve gerekli ibret ve hisseleri de aldığımız zaman ziyaret ve gezilerimiz, kendisinden en üst seviyede istifade edilen birer ibadet oluverir…

Vakıanın dinî boyutu ile alâkalı olan bu iki maddeye ek olarak kültürel ve tarihî boyut ile de alâkalı gözetilmesi gereken birkaç husus var. Tabiî ki bizim öz kültürümüz dinimizle iç içe olduğu ve büyük ölçüde ondan kaynaklandığı için, bu maddeler de hiç şüphesiz ilk iki maddeyi tamamlayıcı bir özelliğe sahip. Bunların en başında tarihimizi ve öz kültürümüzü yakından tanımak geliyor. Bu noktada da tasavvufu tanımak birinci derecede ehemmiyet arz ediyor. Zira -son dönemi bir nebze hâriç tutarsak- hemen hemen her Osmanlı eserinde taş üstüne taş konurken tasavvufî bir hassasiyet gözetilmiştir. Mimarından taş ustasına, hattatından ebrûzenine varıncaya dek tasavvuf terbiyesinden geçmemiş hemen hemen hiç bir sanat ve zanaat erbabı usta yoktur. En basitinden bir çeşmenin kitâbesi ve tezyinatı bile ustasının tasavvufî meşrebine ve aldığı terbiyeye göre işlenmiştir. Bir eserde her motifin remzettiği bir hakikat vardır. Fakat bütün bu çeşitliliğin altında yatan ortak bir şuur ve gaye vardır: Sanatıyla, Allah’ı tanıma (mârifetullah) yolunda mesafe kat etme, hizmetiyle de Allah’ın kullarına fayda sağlama… İşte bütün bu değerler ve güzellikler ancak o şuurla inşa edilmiş eserlerimizi ve kültürel varlığımızı yakından tanımakla bilinebilir.

Yüzakı: Bu bahsettiğiniz şuur çerçevesinde bir İstanbul gezisi ana hatlarıyla nasıl gerçekleştirilmeli?

Fahri SARRAFOĞLU: “Haydi İstanbul’u gezelim… Ama nereden başlayacağız?” denilecek olursa bunun cevabı bellidir: Bir İstanbul gezisi ve ziyareti Eyüp Sultan’dan başlamalıdır. Yani ilk olarak mânevî boyutu dikkate almak gerekiyor. İstanbul’un mânevî merkezi de Eyüp Sultan olduğu için ziyarete oradan başlamak gerekiyor.

İstanbul’da mânevî derecesi yüksek pek çok evliyâ var… Ama elbette ki bunların hiç birisi derece bakımından sahâbeden üstün değildir. Üstelik Eyüp Sultan Hazretleri, Rasûlullah Efendimiz’e hem mihmandarlık hem de alemdarlık yapmıştır. Bugün Eyüp Sultan Camii’ne girdiğinizde, minberde sağlı ve sollu iki adet sancak görürsünüz. Orijinal değillerdir ama orijinalinin yerine kâim olmuş birer remzdir, semboldür onlar. Birincisi, Eyüp Sultan Hazretleri’nin, Peygamber Efendimiz’e alemdarlık yaptığının remzi, ikincisi de fetih sancağının remzidir. Çünkü Eyüp Sultan Hazretleri: “Buralar fethedilecek!..” mesajını orada vermiştir. (Böyle sancakların bulunduğu iki camimiz daha var. Bunlardan birisi Ayasofya Camii diğeri ise Bâlâ Süleyman Ağa Camii’dir. Maalesef Ayasofya’da bulunan iki sancağı da bakımsızlıktan çürüttük. Bâlâ Süleyman Ağa Camii’ndekilerin birini de aynı şekilde çürüttük. Diğerini ise çaldırdık. Yani şu anda Fatih Sultan Mehmed Han’ın bizzat diktirdiği fetih sancağı elimizde yok.)

Eyüp Sultan’dan sonra Suriçi’ne doğru devam etmemiz lâzım. Zaten Suriçi’ne yaklaşırken sahâbeleri göreceksiniz. Meselâ Câbir Camii de denilen Atik Mustafa Camii var. Orada Câbir Hazretleri’nin makâmı var.

Suriçi’ne girdiğimiz zaman ziyaretlerimizde, Fatih merkez olmalı. Orada fethi ve Fatih’i anlatmalı, çünkü Fatih oraya çok önem verdi. Fatih Camii ve onun yeri çok önemli. Dikkat edin, Fatih Camii’ne pek fazla turist gelmez. Süleymaniye’yi, Sultanahmet’i, Beyazıt’ı bilen turistler Fatih’i pek bilmez. Çünkü fetih onların zihninde ve şuuraltında olumsuz bir hâdisedir. Bu sebepten onunla alâkalı unsurları ve Sultan Fatih’i pek sevmezler.

Fatih Camii’nin bulunduğu yer, önceden metruk yani terkedilmiş bir kiliseydi. Lâtin işgali sırasında yine Hıristiyanlar tarafından mahvedilmişti. Fatih Camii’nin yapımında işte o kilisenin taş kalıntıları zâyi edilmemiş bilâkis temelde kullanılmıştır. Ne büyük eseftir ki 1938’de Fransız bir mimara izin verildi ve Bizans eserlerini çıkaracağız diye, Fatih Camii’nin temelleri oyuldu. Temelde yer alan büyük, uzun taşlar ve lâhitler birer birer çıkarıldı. Bugün Lâleli’de, cadde kenarında sergilenen taşlar, oradan çıkarılmışlardır. Temeli oyulduğu için de Fatih Camii günbegün kaymaktadır… Bugün Fevzi Paşa Caddesi tarafında bulunan o ucûbe, o düzensiz payandalar ise bunun önüne geçebilmek için oraya 1980’li ve 90’lı yıllarda konuldu. Taşlar, demirler ve diğer türlü düzensiz ve çirkin şeylerle orası desteklenmeye çalışıldı. Bütün bunları gezip görerek bilmemiz gerekiyor. Fatih’te birçok medrese ve fetih mescidi var. Onları teker teker ziyaret etmek gerekiyor.

Düzenlediğimiz gezilerde grupları patrikhanenin önünden mutlaka geçiriyorum. Patrikhaneyi şöyle bir dolandırdıktan sonra karşısında bir cami var, onu gösteriyorum. Yukarı tarafında ise incecik minareli bir cami var (İncebel Camii). Biraz daha yukarıda çıktığımızda da bir Mevlevî Tekkesi görüyoruz. Tekkenin oradaki Rum okuluna mesafesi sadece bir metre kadar… Yani Rum okulu ile sınır sınıra, o kocaman okulun yanında en fazla beş yüz metrekarelik ufak bir tekke… Bu tekkenin oraya yapılışındaki mesajı iyi anlamak gerekiyor. Rumların yoğun olduğu yerde Mevlevî dervişleri, irşad ve tebliğlerini meydan okumadan ve ürkütmeden, hâlleriyle vermeye çalışmışlardır.

Oradan yukarı çıktığımızda İsmailağa Camii’ne varırız. Onun özelliği nedir? İsmailağa Camii’nin mimarîsi dünyada tektir. Kâbe’nin ölçülerine göre yapılmıştır. Nasıl ki Kâbe’de Tevbe Kapısı yukarıdaysa camiin giriş kapısı da öyle yukarıdadır. İmamın olduğu namaz kıldıracağı yerin sağ tarafı Altınoluk’u andırır. Haceru’l-Esved bölümü yukarıdadır. Müezzin mahfili, Kâbe’deki müezzin mahfiline benzetilmek için üç dört karış da olsa yukarıda yapılmıştır. Camiin içerisinde bulunan revaklar Kâbe’de bulunan Osmanlı revaklarını andırır… Ayrıca camiyi yaptıran kişi şeyhülislâmdır ve sonraki 6 şeyhülislâm aynı aileden gelmiştir. Hepsinin kabri de oradadır.

İsmailağa Camii’nin hemen arka çaprazında Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin İstanbul’daki ilk halîfesinin kurmuş olduğu Nakşibendî Tekkesi var (İsmet Efendi Tekkesi). Nakşibendîlik İstanbul’a bu zât ile gelmiştir. Sonra diğer tekkeler… Mevlevî Tekkesi, Cerrâhî Tekkesi, Uşşâkî Tekkesi… Bir de Emir Buhârî Tekkesi var. Bu tekke de hem irşad hem ilim merkezi olarak faaliyet göstermiş bir yer…

Bunları gezip görmek gerekiyor. Ayrıca Sahn-ı Semân medreselerinin hâricinde Fatih’te yedi ayrı medrese bulunuyor. Bunların birçoğu şimdi müze… Kimi karikatür müzesi, kimi inşaat müzesi kimi de halı müzesi… Yani maalesef hiçbiri yapılış gayelerine uygun olarak kullanılmıyor.

Sonra, İstanbul’un birçok yerinde türbeler var… Mehmed Emin Tokadî Hazretleri, Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Ebu’l-Vefa Hazretleri… Bu merkez şahsiyetlerin, bulundukları yerde niçin bulundukları çok önemli… Gezerken bu tür hususları da merak edip öğrenmeliyiz. Neden Ebu’l-Vefa Hazretleri Vefa’dadır? Neden Sümbül Efendi Koca Mustafapaşa’ya yerleşmiştir? Neden Merkez Efendi sur dışına çıkmıştır? Hepsinin bir amacı var. Bu Allah dostlarının her biri İstanbul’un İslâmlaşması aşamasında ayrı mevkilerde hizmet etmişlerdir.

Bir de kanaatimce, kiliseden çevrilme camilere bilhassa ehemmiyet vermeliyiz. Meselâ Fethiye Camii ve Gül Camii bunlardan ikisidir. Normalde kiliselerde papazın bulunduğu yer Kudüs’e doğru iken Gül Camii’nde bu, yapılış itibariyle kıbleye doğrudur. Mimar öyle yapmış. Bu sebepten burası camiye çevrilirken mihrabı çevirme ihtiyacı mevzubahis olmamıştır.

Ziyarete mânevî ağırlıklı olarak başlıyoruz, kültürel ağırlıklı olarak devam ediyoruz ve orada hemen gerekli mesajı veriyoruz: Arkadaşlar, biz niye buraya geldik, sur içerisinde niye ben size 5 tane kilise gezdirdim. İstanbul’da bir tek Ayasofya yok. Herkes İstanbul’da bir tek Ayasofya’yı biliyor. Yanlış… Şu anda İstanbul’da Dünya Kiliseler Birliği’nin hedeflediği 5 tane daha Ayasofya var: Kariye Camii, Küçük Ayasofya, Molla Fenârî İsa Camii, Fethiye Camii, Kalendarhâne Camii… Bunları açtırıp, kiliseye çevirmek istiyorlar. Maalesef üç tanesinde kısmen de olsa muvaffak oldular. Ayasofya Camii’nin bugün sadece küçük bir kısmı ibadete açık… Esasta müze olarak kullanılıyor. Fethiye Camii’nin, yarısı cami, yarısı müze… Müze tarafı bakımlı, temiz; cami tarafı ise rutubet kokuyor. Edirnekapı’daki Kariye Camii ise tamamen kapalı… Burası, Ayasofya’dan sonraki en eski kilisedir. Kariye Müzesi diye geçer. Bütün bunlar elimizden teker teker çıkarılmak isteniyor. Şimdi sırada Zeyrek Camii var. Burası mekân itibarıyla Ayasofya’dan çok daha büyük… Esası üç ayrı kiliseden oluşuyor. Molla Zeyrek orayı almadan önce 700 kişi ilâhiyat eğitimi görüyormuş orada. Molla Zeyrek ise orayı medrese hâline getirdi. Yüzyıllarca cami ve medrese olarak hizmet gördükten sonra kapatıldı. Sonra bir dönem bir televizyon orayı stüdyo olarak kullandı, orada bazı filmler çektiler. Bunların bazı eşyaları hâlâ orada durur. Bir ara “Şu kısmı ibadete açılsın, şu kısmı da müze olsun.” denildi. Şimdi de: “Efendim, etrafta pek çok cami var. Burası da müze olsun, kültürel bir yapı olsun.” diyorlar. Böyle diyerek camimizi elimizden almaya çalışıyorlar. Etrafı desen zaten elden gitti… Şimdi cafe olmuş. Sahip çıkmazsanız, işte böyle elinizden gider.

Bir de İmrahor İlyas Camii var. Yine kiliseden çevrilmiş bir cami… Ama şimdi gidin bakın, sadece dört duvar kalmış. Kapıya da «Anıt» diye yazmışlar. Bu caminin etrafında, farklı mezheplere ait üç tane kilise ve bir de sinagog var. Yani onun orada cami olarak varlığı birçok mesajı ihtiva ediyor aslında. Ama gel gör ki; buraya da sahip çıkamamışız.

Yüzakı: Peki buralara sahip çıkılabilmesi için neler yapılması gerekiyor?

Fahri SARRAFOĞLU: Buralar nihayetinde camidir. Ve camiler de cemaatle yaşar. Bu sebepten camilerimizi muhafaza edebilmek için esas itibariyle cemaat şuurunu kazanmamız gerekiyor. Cemaat olduktan sonra hiçbir cami elimizden kolay kolay alınamaz. Fakat yerleşim yerlerinin uzağında kalmış veya etrafındaki insanların namaza veya camiye ilgisinin olmadığı camilerimiz var. O camiler için de programlı grup ziyaretleri tertip edilebilir.

Meselâ; biz bir grup olarak böyle bir çalışma başlattık. Bugün itibarıyla (08 Haziran 2006) 47 gün oldu. 47 gündür İstanbul’daki belli camileri sabah namazı vaktinde özellikle geziyoruz. Bilhassa kiliseden çevrilme camileri ve mânevî önemi hâiz olduğu hâlde cemaati azalmış camileri tercih ediyoruz. Çoğu camiyi müftülükten ricâ ederek açtırıyoruz. Ama buna rağmen hâlâ sabah namazını Ayasofya’da kılabilmiş değiliz. Bir türlü açtıramadık. İnşallah nasip olur. Bu ziyaretlere 10 kişiyle başladık, şimdi 40 kişiye çıktı. Bilenlerden herkes kendine bir grup oluşturdu.

İmamların tek başına namaz kıldığı camiler var. Bu böyle oldukça bunlara nasıl sahip çıkabiliriz ki?.. Meselâ; Molla Gürânî Camii’ne gittik. İmam bize sarıldı: “Her gün iki kişi namaz kılıyorduk. Bir yaşlı amca geliyordu, bugün gelmedi. Çok üzüldüm. «Yâ Rabbi, hiç olmazsa bir kişi gönder de, namazımızı cemaatle kılalım.» diye dua ettim. 8 kişi gönderdi.” deyip hepimizle teker teker musafaha etti. Hâkezâ Câbir Camii’nde olsun, Gül Camii’nde olsun sadece ikişer, üçer kişilik cemaatler oluyor. Bu sebepten çoğu cami sabahları açılmıyor bile.

Kısacası, camilerimize sahip çıkmanın birinci ve en önemli yolu onları cemaatsiz bırakmamaktır. Bu, teker teker hepimizin üzerine düşen bir vazifedir.

Ama bunlara ek olarak kültür kuruluşlarına ve sponsor olabilecek ticarî kuruluşlara düşen vazifeler de vardır. İlk önce, sahip olduğumuz cami ve hayrâtın vakfiyeleri tespit edilip mümkün olduğu kadar ihyâ edilmeye çalışılmalıdır. Maddî noktada işadamlarına özellikle seslenmek istiyorum. Şu an Vakıflar Genel Müdürlüğü güzel bir uygulama başlattı. Sponsorluk teklifiyle eserlerimiz tamir edilmeye çalışılıyor. Karaköy Tophane’deki Tophane Çeşmesi’ni Saka Su ihyâ etti. Azapkapı’nın yanındaki Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin önündeki çeşmeyi de Kuveytürk Finans Kurumu ihyâ etti. Üsküdar’daki çeşmeler ve camiler de bu şekilde ihyâ ediliyor. Önümüzde sahip çıkılması gereken o kadar çok eser var ki… Çünkü sadece İstanbul’da 22 bin küsur vakıf vardı. Bu vakıfların her birinin kendine ait mal varlığı bulunuyordu. Bunlara sahip çıkılmadığı için vakıflar da yok oldu. Bugün mevcut olan vakıflar ise zor durumda? Çünkü onları besleyen kaynak talan edilmiş. Meselâ sadece Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin vakfiyesi bile Üsküdar’dan Ümraniye’ye kadar olan bölgeyi kapsıyordu. Mısır Çarşısı Yeni Camii’nin vakfiyesi olarak kurulmuştu. Nitekim bugün de geliri Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gider fakat nedense camiye harcanan doğru düzgün bir meblâğ yoktur. Sultanahmet Camii’nin etrafındaki arasta da aynı şekildedir. Yine aynı şekilde Fatih Vatan Caddesi’nde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hemen karşısında Mimar Sinan’ın bir mescidi vardır. Bu Mimar Sinan’ın kendi yaptırmış olduğu bir mesciddir. Koca Mimar burayı yazlık ve kışlık şeklinde yapmıştır. Namaz yaz mevsimi caminin bir kısmında kış mevsimi ise diğer kısmında kılınır. Orijinal, çok küçük, minyatür bir minaresi vardır. Şimdi gidin görün, şu âna dek sadece minaresi kalmıştır… Oysa etrafındaki binaların yolun ve parkın bulunduğu yer olduğu gibi cami müştemilâtına aittir.

Unutulmuş vakıflardan birisi de İstanbul’un ilk hayvan vakfı olan Hacı Evhaddin Camii’nin vakfıdır. Bulunduğu yer Kocamustafa Paşa’da Silivrikapı’da Sümbül Efendi türbesini geçtikten sonradır. Halk burayı, yanlış olarak, Hacivat Camii diye bilir. Yanında hamamı var, müştemilâtı var, sıbyan mektebi var, çeşmesi var… Burayı yaptıran kişi, bir kasapbaşıdır. Bu sebepten caminin vakfiyesinde şöyle bir madde bulunmaktadır: «Günde 8 okka ciğer alına, sokaktaki hayvanata, kediye-köpeğe dağıtıla.» Vakfiyedeki bu senet, vakıf ortadan kalktıktan sonra bile yakın zamana dek uygulanagelmiştir. Çünkü uygulamayı halk sahiplenmiş ve 1980’lere kadar bu uygulamayı devam ettirmiştir. Ama sonra bunu onlar da unutmuştur.

Unutulmuş o kadar çok vakıf var ki!.. Bu noktada bir vazife de genç araştırmacılarımıza düşüyor. O da tarihî eserlerimizin ve bunların tüm müştemilâtının envanterinin çıkarılmasıdır. Bugün, envanteri çıkarılmış olan sadece Fatih Camii gibi üç-beş eserimiz var. Onbinlerce eserimizin envanteri elimizde olmadığı için neyi muhafaza etmemiz gerektiğini bile bilmiyoruz. Ama bizden başkaları bunu nasılsa biliyor ve sahip çıkıyor. Yabancı dillerde eserler yazılıyor. Şu anda mecliste oynanan oyunlara bakın işte. Vakıflar Kanunu’nu değiştirip Ayasofya’yı kilise olarak ibadete açmaya çalışıyorlar. Yani kansız silâhsız bir savaştır gidiyor… Bu mücadelede uyanık olmak lâzım… Yoksa gafletle neler elden gitmez ki?

Bugün Dolmabahçe Camii dediğimiz Vâlide Sultan Camii 10-12 sene kadar Deniz Müzesi olarak kullanıldı. Sultanahmet Camii de bir ara müze olmanın eşiğinden döndü. Bunu ressam Cemal TOY kardeşimiz anlatmıştı. Bir Türk ressamın galerisi olacakmış neredeyse… Hattâ resimlerin konacağı plâtformlar bile hazırlanmış. Neyse ki muvaffak olunamadı. Yani Sultanahmet Camii sahip çıkılamasa elden gidiyordu.

Yüzakı: Bu konuda son olarak eklemek istediğiniz şeyler var mı?

Fahri SARRAFOĞLU: Son olarak söylemek istediklerim, gençlere yönelik… Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: İstanbul’u 1976 yılında ilk olarak ayağımda naylon terlikle gezmeye başladım. O yıldan beri de, elhamdülillah, geziyorum… Ama 30 yıldır gezdiğim hâlde, hâlâ İstanbul’un göremediğim o kadar sırları var ki. İnşallah bu emanetleri bizden sonraki nesilleri aktarma imkânı bulursak ne mutlu bize.

Gençler meraklı olsunlar. Sorup araştırıp öğrensinler… Tekrar cihana adâletle hükmeden bir ülke olabilmek için sahip olduğumuz değerlerin, kültürel ve mânevî unsurların farkında olmamız gerekiyor. İstanbul’dan sonra ufkumuzda Roma var diyoruz. Ama İstanbul’u ve diğer şehirlerimizi tam mânâsıyla tanıyıp onlara sahip çıkmadan Roma’yı ufkumuza almamız mümkün değil. İstanbul’da keşfedilmeyi bekleyen o kadar çok esrar var ki… Ben rastlayabildiklerimi yazıp tanıtmaya çalışıyorum. Meselâ; İstanbul’da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in el izinin olduğunu biliyor musunuz? Ayak izi tamam, Hırka-i şerîf de tamam, bunları hepimiz biliyoruz. Ama el izini kim biliyor? Üstelik de bir kilisenin kapısında… Bu kilise Balat’tadır. İsmi de Tûr-i Sînâ Kilisesi… Tek başına bir kilisedir. Patrikhaneye bağlı değildir. Doğrudan Mısır’a bağlıdır. Hikâyesi ise şudur: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 12 yaşında ticaret yaparken Bahira ile görüştüğü ve Bahira da ondaki Peygamberlik mührünü görüp müjdelediği için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine peygamberlik geldikten sonra o kiliseye emân vermiştir. Çünkü bu kilisede teslis inancı yoktu. Tek olan Allah’a ibadet ediliyordu. Onlar da Rasûlullah’ın ziyaretine teberruken Peygamber Efendimiz’in el izini kapılarının üstüne nakşettiler. Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı fethedince Kutsal Emanetleri getirirken dedi ki: “Bu kiliseyi de nakletmek istiyorum.” dedi. Oradaki yapıya dokunulmadan o kilisenin aynısı Balat’a yapıldı. İşte aynı el izi burada da vardır ve aynı emân hâlâ geçerlidir. Ama zamanla unutulmuş. Bugün önünden geçerseniz metruk zannedersiniz.

İstanbul merkezli olmak üzere Anadolu şehirlerini ve evvelce hâkimiyetimiz altında bulunmuş olan diğer kıtalardaki şehirleri gezip tanımak çok önemli. Meselâ; Bosna-Hersek’e, Saraybosna’ya gidin. Bana Edirne’den çıkıp Bulgaristan’a ve Macaristan’a gitmek nasip oldu. Oralar hep Osmanlı eserleri ile dolu. Sokullu’nun, Yusuf Paşa’nın, Murat Paşa’nın ve diğer Osmanlı büyüklerinin hayrâtı var oralarda. Bütün bunları bizzat gözle görüp o mekânların havasını teneffüs etmek lâzım.

Bir de bu hayır ve hasenat müesseselerinin nasıl bir sistem içerisinde geliştiğine de dikkat etmek gerekiyor. Bu noktada benim dikkatimi çeken şey müsadere sistemi olmuştur. Müsadere sistemi bildiğiniz üzere devlet erkânının büyük servet ve mülk sahibi olmasını engelleyen bir sistemdi. Devlet erkânından herhangi biri ne kadar mülkü olursa olsun bunlar, nihaî noktada saltanat makamına ait olmakla saltanat makamı bu mülkü gereğinde müsadere edebilir, yani o şahsın elinden alabilirdi. Tarihte müsadere sistemi, dünya hayatında insanın aslında hiçbir zenginliğe sahip olmadığı şuurunu kuvvetlendirmiş ve insanların dünyaya değil de âhirete yatırım yapmaları yönünde bir tesirde bulunmuştur. Bu sebeptendir ki boğaz boyu yalıların yapılışı da büyük ölçüde bu sistemin ortadan kalktığı tarihten sonradır. Yani müsadere sistemi kalkınca âhirete yatırım azalıp dünyaya yatırım çoğalmaya başlamıştır. Bu da boğaz gezileri esnasında anlatılıp ibret alınması gereken ayrı bir durum…

Yüzakı: Bu zengin muhtevalı sohbetinizden dolayı dergimiz ve okuyucularımız adına teşekkür ederiz?

Fahri SARRAFOĞLU: Ben de Yüzakı Dergisi’ne teşekkür eder ve yürüdüğünüz yolda muvaffakıyetler dilerim…